Prof. Dr. Mahmut ÇINAR[1]
Giriş
Kur’an, Yüce Allah’ın insanlık tarihi boyunca, insanların hidayeti anlamaları, benimsemeleri ve içselleştirerek yaşamaları için, Allah tarafından gönderilen vahyin, son halidir. Son vahiy olması itibariyle, iki açıdan kendisinden önceki kutsal kitaplardan ayrılmaktadır. Bunlardan biri evrensel oluşu ve hiçbir coğrafi, etnik ve sınıf farkı gözetmeden bütün insanları muhatap almasıdır. Bu durum, kıyamete kadar devam edecek ve Kur’an, muhatap aldığı bütün insanların anılan çerçevede ihtiyaçlarını karşılayacaktır. İkincisi ise hem son kitap hem de evrensel oluşunun neticesi olarak, ilahî vahyin kemale ermiş halini ifade etmesidir. Kadîm kutsal metinler, belirli bir etnik, coğrafî ya da tarihî kesite hitap ettiğinden, bilhassa söz konusu kitlenin ihtiyacını gidermekle yetinmekte olduğundan, ilahî vahyin bütününü kapsamamaktaydı. Kur’an’da yer alan Hz. Peygamber’in vefatına yakın bir zamanda nazil olan, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim.”[2] mealindeki ayet de bu hakikate işaret etmektedir.
Kur’an’ın bir hidayet kitabı olması ve son ilahî vahiy olarak bütün insanlara hitap etmesinden dolayı, insanın bireysel ve sosyal hayatıyla ilgili bütün alanlarla ilgilenmesi beklenir. Zira hidayet, insanın birey ve toplum olarak dünya ve ahirette kendi yararına olan sonuca erişmesi için kılavuzluk etmeyi ifade etmektedir. Bu kadar geniş ilgi alanına sahip olan Kur’an, doğal olarak insan hayatının, en önemli unsurlarından olan ve sadece etkisi dünya ile sınırlı kalmayıp ahireti de ilgilendiren siyaset konusunda da yol göstermektedir. Kuşkusuz bütün evrensel metinlerde olduğu gibi, Kur’an’da da siyaset konusu ana ilkeleriyle yer almakta, detaylar insanlara bırakılmaktadır. Kur’an’ın siyasetle ilgili düzenlemelerine değinmeden önce siyaset denildiğinde neyi kastettiğimizi belirlememiz gerekmektedir.
Siyaset, genel olarak “toplumun işlerini üstlenme ve yönetme işi” olarak tanımlanmaktadır.[3] Bu açıdan bakıldığında, siyasetin etki alanının oldukça geniş olduğu ve bütün insanları ilgilendirdiği anlaşılmaktadır. Küçük ya da büyük herhangi bir toplumu yönetme faaliyeti doğrudan siyasetin kapsamına girmektedir. Yönetme faaliyetinin bizzat kendisi siyasetin kapsamına girdiği gibi, yönetime gelme biçimi ve yönetişim tarzları da zaman zaman bu kapsamda değerlendirilmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber’in döneminden itibaren, Müslümanların idealize ettikleri siyasi teori ve pratikler için de Kur’an’dan referanslar aranmış ve zaman zaman birtakım bağlantılar kurulmuştur. İlk dönem Müslüman topluluklar arasında yaşanılan bazı kötü tecrübeler, anılan arayışları daha da önemli hale getirmiştir. Bunların ne kadar Kur’an eksenli ya da tarihî tecrübelerin yansıması olduğunun tespiti de önem arz etmektedir. Ayrıca bütün dinlerde olduğu gibi, Müslümanlar arasında da kıyamet yakın bir zamanda, ilahî desteklerle desteklenen bir kurtarıcının geleceği ve bütün dünyayı adalet ev hakkaniyetle yöneteceğine dair oldukça fantastik idealler de bulunmaktadır. Bu inanç ve anlayışın referansları da zaman zaman Kur’an’dan aranmakta ve bazı ayetlerle ilgi kurulmaktadır. Çalışmamızda Kur’an’ın bir bütün olarak siyasete ilgisi, Müslümanların siyasi tecrübe ve pratiklerinin ne kadar Kur’an’la bağlantılı olduğu ve ideal siyasi yöntem olarak mehdilik üzerinde durulacaktır. Bu çerçevede aşağıdaki alt başlıklarda öne çıkan hususlar ele alınacaktır.
1. Kur’an’ın Siyasete İlgisi
İnsanın bireysel ve sosyal hayatının her alanıyla ilgili söz söyleyen Kur’an Kerim, hiç kuşkusuz siyasete de ilgisiz kalmamakta bu alanda da yol gösterici mesajlar vermektedir. Şu var ki, siyasetle ilgili mesajları daha çok genel ilkeler düzeyinde kalmakta, özellikle siyasilerin, yetkili ve etkili makamlara geliş yöntemi gibi, insanların gelenek ve medeniyet süreciyle doğrudan bağlantılı olan hususlara çok fazla değinmemektedir. Dolayısıyla Kur’an’ın siyasete bakışı, daha çok yönetenlerle yönetilenlerin uyması gereken temel prensipler düzeyinde kalmaktadır. Bu ilkeleri ana hatlarıyla şu şekilde sıralamak mümkündür:
1.1. Adalet
Kur’an’da adalete yapılan vurgu, sadece siyasi alanla sınırlı değildir. Hatta daha çok hukuki ve ahlakî olduğunu söylemek bile mümkündür. Ancak hukuki alan başta olmak üzere adaletin icrası, doğrudan veya dolaylı olarak siyasetin alanına girmektedir. Bu nedenle adalet vurgusunun siyasi çağrışımlarının olduğundan kuşku yoktur. Cuma hutbelerinin sonunda okunan ve “Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emreder; hayâsızlığı, kötülüğü ve zorbalığı yasaklar.”[4] Mealindeki ayette olduğu gibi, hayatın her alanında adaletli olmaya emreden ayetler olduğu gibi, sözgelimi kin ve düşmanlık duyulan kimselere karşı[5] adaletli olmayı emreden ayetler de vardır. Ayrıca akrabalığın, sosyal ve ekonomik sınıf farkının adaletli olmaya engel olmaması gerektiğine dikkat çeken ayetler az değildir.[6] Ayrıca gelir dağılımında da adaletin sağlanması ve sınıflar arası keskin ayrımların olmaması da emredilmektedir.[7]
1.2. Çoğulculuk
Kur’an, insanın insan olarak değerlendirilmesini ve bir insan olarak herkesin doğuştan şeref ve onur sahibi olduğuna vurgu yaparak, ayrımcılığın her türlüsünü reddeder. Bu anlamda insanların özü itibariyle aynı ebeveynden geldiklerine[8] dikkat çekerek, ırk, dil ve renk farklılıklarının üstünlük ve ayrımcılık gerekçesi yapılmasını şiddetle reddeder. Aksine bu tür farklılıkların, sosyal hayatı kolaylaştıran birer imkan ve zenginlik olduğuna dikkat çeker.[9] Kur’an, herhangi bir inancı benimsemenin hür irade ve özgür düşünceyle alakalı olduğuna işaret ederek, hiçbir şekilde insanların herhangi bir din ve inancı benimsemeye zorlanmayacaklarını ifade eder.[10] Görüldüğü gibi Kur’an’da, etnik, dinî, iktisadî hiçbir farklılığın ayrımcılık ve ötekileştirme gerekçesi olmaması gerektiği, siyasi iktidarlar da dahil olmak üzere güç ve imkan sahiplerinin bu anlamda hassas davranması ve bütün insanlara eşit mesafede durması ısrarlı bir şekilde vurgulanmaktadır.
1.3. Müşavere
Müşavere (danışma) mekanizması, otoriterliğe giden yolları kapatmak için bir paratoner mesabesindedir. Böylelikle siyasi iradeyi kullanma konumunda bulunan birey ya da çevrelerin, keyfî uygulamalarının önüne geçilmeye, toplumun diğer kesimlerinin de karar sürecine aktif katılımı sağlanmaya çalışılmaktadır. İlahi vahyin doğrudan muhatabı olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir konuma sahip olan Hz. Peygamber bile bu konuda uyarılmakta, etrafındaki insanların görüşlerine müracaat etmesi talep edilmektedir.[11] Özellikle toplumu ilgilendiren hususlarda etkilenecek kesimlerin görüşüne önem atfedilmektedir.
1.4. Liyakat
Kur’an, diğer bütün işlerde olduğu gibi, siyasi işlerde de emaneti ehline vermeyi önerir ve liyakatsiz kimselerin etkili mercilere gelmesinin engellenmesini tavsiye eder. Hatta emanetleri ehline vermekle adaletli olmayı aynı ayette zikretmek suretiyle aralarındaki güçlü ilişkiye dolaylı bir işarette bulunulur.[12] Hz. Peygamber’in “Emanet ehil olmayan kimseye verildiği zaman kıyameti bekle!”[13] mealindeki hadisi de onun liyakati nasıl anladığı ve ne kadar önemsediği konusunda fikir vermektedir.
1.5. Düzen ve Uyum/İtaat
Kur’an’da sadece yönetenler değil, yönetilenlerle ilgili temel bazı düzenlemelerin olduğu da görülmektedir. Bunların başında sosyal uyum ve düzenin sağlanması ve sosyal kaosun önüne geçilmesi için yöneticilere itaat etmek gelir. Nitekim “Ey İman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve içinizden seçtiğiniz yöneticilerinize itaat edin. Eğer herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız, onu Allah’a ve peygambere götürün. Bu, sonuç bakımından daha hayırlı ve daha güzeldir.”[14] mealindeki ayette hem yönetilenlerin yönetenlere itaat etmesi emredilmekte hem de yönetenlerin vasfı ve yönetenle yönetilen arasında çıkması muhtemel ihtilafların çözüm yöntemi verilmektedir. Buna göre öncelikle uyum ve düzenin sağlanması için itaat emredilmekte, bu itaatin “Allah’a, resulüne ve sizden olan yetki sahibine” denilmek suretiyle yöneticinin tebaadan biri olması gerektiğine dikkat çekilmektedir. Yöneten veya yetki sahibi olarak anılan şahsiyetlerin kimliği ve nitelikleri üzerinde, tebliğimizin ilerleyen sayfalarında, ayrıca durulacaktır. Ayrıca yöneten de herhangi bir insan olduğu için birtakım olumsuzlukların ortaya çıkması muhtemeldir ve bu durumda da Allah’ın kitabı ve Resûlullah’ın sünneti doğrultusunda çözümler aranması gerektiği hatırlatılmaktadır.
1.6. Birlik/Beraberlik
Kur’an birer mümin ve İslam ümmetinin birer parçası olarak, bütün Müslümanlardan ümmetin birliğini koruma hususunda hassasiyet göstermelerini emretmektedir. Kuşkusuz ümmetin tamamını veya belirli bir kesimini yönteme konumunda bulunan şahsiyetler, ellerindeki imkânlara paralel olarak daha çok sorumluluk sahibidir. Kur’an’da bu durum mealen “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.”[15] şeklinde ifade edilmektedir. Ayrıca, ayrılığın müminlerin değil, aksine iman etmeyen ve bu nedenle akılsız olarak değerlendirilen toplumların vasfı olduğuna dikkat çekilerek, birlik ve beraberliğin korunmasının, mümin olmanın bir gereği olduğu ifade edilmektedir.[16] Buna göre ümmetin bölünmesine, parçalanmasına ve ayrışmasına neden olacak her türlü neden ortadan kaldırılmasına ve ümmetin siyasi bir bütünlük içerisinde varlığını sürdürmesini sağlayacak tedbirlerin alınmasına son derece önem atfedilmektedir.
2. Hz. Peygamber’den Sonra Müslümanların Siyasi Faaliyetleri ve Fırkalaşma
Kur’an’da, ümmetin bütünlüğünün devamı, adaletin sağlanması ve hayatın her alanında kardeşliğin hüküm sürmesi için her türlü öneri bulunmaktadır. Hz. Peygamber de hayatta iken, bu hususa riayet etmiş, ashabı arasında etnik, sosyal ve ekonomik hiçbir ayrımı dikkate almadan ahlak, liyakat ve takva üzere kurulu bir hiyerarşi oluşturarak, bu doğrultuda insanlık tarihine örnek olabilecek bir toplum meydana getirmiştir. Köle ve zenci kökenli olan Zeyd b. Harise’nin, Kureyş’in ileri gelenlerinin de katıldığı Mute seferinde komutan atanması, yine zenci olan Bilal’in müezzin olarak tayin edilmesi gibi örnekler, bu durumu, açık bir şekilde ifade etmektedir. Yüce Allah, o toplumu şu mealdeki sitayişkâr ifadelerle övmektedir:
“Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler, onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.”[17]
Ayetin mealinden de anlaşılacağı üzere, aç olduğu halde yemeden yediren, susuz olduğu halde içmeden içiren, yorgun olduğu halde dinlenmeden dinlendiren bir toplum tasvir edilmektedir. Kaldı ki bu toplum daha düne kadar birbirlerini yok etmeye çalışan düşmanlardı.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra, onun oluşturduğu erdemli toplum savrulmalarla karşı karşıya kalmış ve siyaset alanında başlamak suretiyle manipülasyonlara açık hale gelmiştir. Hz. Peygamber, erdem merkezli oluşturduğu toplumun diğer bütün alanlarda olduğu gibi siyaset alanında kendi işlerini çözmek üzere kendi hallerine bırakmış, bir kısım fırkaların iddialarının aksine herhangi bir şahıs ya da zümreyi imamet/hilafet vazifesini deruhte etmek üzere belirlememiştir. Bu nedenle içerisinde yaşadıkları kültür ve tecrübelerin de etkisiyle, Hazrec Medine’nin yerlisi ve ileri geleni olmasını dikkate alarak liderleri olan Sa‘d b. Ubade’yi, Hz. Peygamber’in kabilesi olan Benî Hâşim’e mensup olması onun en yakın akrabası itibariyle Hz. Ali ve onun gibi düşünenler onun imam/halife olması gerektiği düşüncesindeydiler. Ancak bilinen gelişmeler neticesinde, ümmetin birliğini koruma ve devam ettirme kaygısıyla Hz. Ebubekir Halife seçilmiş, onun vefatından sonra ise benzer kaygılarla onu tarafında Hz. Ömer tayin edilmiştir. Hz. Ömer ise kendisinden sonra görüşlerine itibar ettiği kişiler ile seçilmemesi kaydıyla oğlu Abdullah’ın katılımıyla 7 kişilik bir heyeti imam/halife seçmek üzere görevlendirdi. Bu heyet, Hz. Osman’ı seçti. Ancak Hz. Osman’ın bir kısım uygulamalarının da sebep olduğu siyasi gerilim ortamı, onun katledilmesiyle neticelendi. Ondan sonra her ne kadar Hz. Ali Halife seçilmiş ise de ortalık bir türlü durulmadı ve bir daha İslam ümmeti içerisinde tam olarak birlik sağlanamadı. Hz. Hasan’ın Muaviye b. Ebû Süfya’la anlaşarak hilafeti ona bırakması, Hâşimî-Emevî çatışmasının bir süreliğine bitmesini sağlasa da daha sonraları hem iki kabile merkezinde cereyan eden çatışmalar hem de başka fırkaların ayrıştığı görülmektedir.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra Sahabe arasında ortaya çıkan ilk görüş ayrılığı, Ensar’ın Benî Saîde’de toplanarak Hazrec’in lideri Sa‘d b. Ubâde’yi halife seçmek istemesi, Hz. Ebubekir ve arkadaşlarının müdahalesiyle, Hz. Ebubekir’in halife seçilmesiyle ortaya çıktı. Ensar’ın muhalefeti bireysel kaldı ve önemli sosyal gerilimlere sebep olmadı. Hz. Ali ve çevresi de her ne kadar başlangıçta bu işin, bir bakıma oldu bittiye getirilerek, kendilerinden habersiz yapılmasına muhalefet etse de bu muhalefet daha ileri boyutlara götürülmeden sona erdirildi. Hz. Ebubekir’in Benî Saîde’de yaptığı konuşmasında, Resûlullah’ın sağladığı birliğin devam etmesi için, Kureyş’ten bir halifenin seçilmesi gerektiğine dikkat çektiği görülmektedir. Dolayısıyla halifenin kim ya da kimlerden olması gerektiği dinî değil, sosyal ve stratejik bir karardır. Böyle olduğu için de genel-geçer bir karar olmaktan daha ziyade ümmetin maslahatını dikkate alan ve güncel/tarihsel bir karardır.
Kur’an’da Hz. Peygamber’in vefatından sonra somut ve bireysel olarak herhangi bir şahıs veya aile belirlememesine rağmen, onun vefatından sonra kısa süre içerisinde Hz. Ali’nin onun varisi olduğuna ve nasla imam tayin edildiğine dair birtakım iddialar ortaya atıldı. Bu iddialar, başlangıçta sadece siyasi alanla sınırlı iken süreç içerisinde itikadî bir boyut alarak Şîa’nın zümreleşerek bir fırka haline gelmesini beraberinde getirdi. Hz. Ali’nin Muaviye b. Ebû Süfyan’ın emrinde olan Şam ordusuyla savaşmak zorunda kalması ve neticede tahkime giden süreçte, umduklarını bulamayan bir topluluk ise Hz. Ali, Muaviye b. Ebû Süfyân ve onun hakemi olan Amr b. el-As’ı tekfir ederek yeni bir hareket başlattılar. Haricîler, “tekfir” gibi dinî kavram ve gerekçeleri ileri sürmekle beraber, çıkışları tamamen siyasi idi. İlerleyen süreçte, Haricîler de birtakım itikadî teoriler oluşturmak suretiyle zümreleşerek bir fırka haline geldiler. Dolayısıyla İslam tarihinde ilk ortaya çıkan iki fırkanın ikisi de siyasi bir hareket iken dinî/mezhebî kitlelere dönüştüler. Mûtezile ve Selefîyye gibi diğer fırkaların siyasi kimi bağlamları olmakla beraber, daha çok teorik ve fikrî arka planı öne çıkmaktadır.
Hz. Peygamber’den sonra İslam ümmetini parçalara bölen ve bir araya gelmesi adeta imkânsız olan fırkalaşmaların temelinde siyasi görüş ayrılıklarının etkili olduğundan kuşku yoktur. Her ne kadar ilerleyen süreçlerde söz konusu görüş ayrılıkları için birtakım dinî gerekçeler ileri sunulmuş ise de bunların naif kaldığı görülmektedir. Bu durum, Kur’an’ın bu konuda herkesin anlayabileceği bir şekilde objektif ve uygulanabilir herhangi bir düzenlemede bulunmadığı, aksine oldukça güncel ve değişken olan siyasi pratiklerin, temel ilkelere bağlı kalmak kaydıyla ümmetin bizzat kendisine bırakıldığını göstermektedir. Aynı şekilde Hz. Peygamber de ümmetin işini yine ümmetin kendisine bırakarak, şartlara göre düzenlemelerde bulunabileceklerine işaret etmiştir. Bu kadar önemli bir konuda ne Kur’an’ın ne de Hz. Peygamber’in tevile açık ve herkes tarafından hemen anlaşılmayacak birtakım işaretlerde bulunması beklenmez.
3. Kur’an’da İmamet/Hilafetin Yeri
Kur’an’da Hz. Peygamber’in dışında herhangi bir şahsiyetin önderliğine doğrudan işaret edilmemektedir. Ancak kurumsal olarak “ilim (zikir) ehli”[18] ve “ilimde derinleşenler”[19] gibi tanımlamalarla, ulemanın şahıs olarak değil de vasıf olarak öncülüğüne dikkat çekilmektedir. Bunun dışında, özellikle siyasi anlamda herhangi bir şahıs ya da kabilenin önderliği söz konusu edilmemektedir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Sa ‘d b. Ubâde’yi halife seçmek üzere Benî Sâide’de toplanan Ensar’a yaptığı hitabede, Hz. Ebûbekir’in Kureyş’ten bir halifenin seçilmesi gerektiğine dair teklifi de tamamen stratejiktir. Zira o günkü şartlarda Araplar, Kureyş’ten başka bir kabileye mensup olan bir halifenin etrafında birlik oluşturmazlardı. Buna karşılık Kureyş sûresinde de ifade edildiği gibi, Kâbe’nin mücaviri olmalarından dolayı Kureyş’in Araplar nezdinde bir saygınlığı söz konusuydu. Öyle ki eşkıya ve haydutlar bile Kureyş’in kervanlarını yağmalama konusunda diğer kabilelere göre daha ihtiyatlı davranmaktaydı.[20] Hz. Ebûbekir, Hz. Peygamber’in bütün Arap yarımadasında sağladığı birliği ancak Kureyş’li birisinin devam ettirebileceğini, bunun dışında kim halife olursa olsun bunun mümkün olmayacağını bildiği için Kureyş’ten bir halife seçilmesinde ısrarcı oldu. Onun ileri sürdüğü gerekçeler, hazirûn tarafından da makul görülünce, kendisine biât edilerek halife seçildi.
Şîa’nın imametin nasla tayin edildiğine dair iddiaları ile bir kısım sünnî çevreler tarafından Hz. Peygamber’in dolaylı olarak Hz. Ebûbekir’i işaret ettiğine dair iddialarının hiçbir haklı gerekçesi söz konusu değildir. Her iki iddia da sahabeyi zan altında bırakmakta, sahabeden olan belirli bir kitlenin Hz. Peygamber’e rağmen farklı arayışların içerisine girdiğine yol açmaktadır ki, Sahabe hakkında bunu düşünmek asla kabul edilemez. Sahabe de insan olduğu için bireysel olarak kendi heveslerine uymaları mümkün ise Sahabeden büyük bir topluluğun bu şekilde davrandığını iddia etmek ispatlanması mümkün olmayan bir iddiadan ibaret kalır.
4. Dinî-Siyasî Bir Kişilik Olarak Mehdî ve Mehdîlik
Kur’an ve Siyaset başlığı altında üzerinde durulması gereken hususlardan biri de hiç kuşkusuz mehdiliktir. Zira her ne kadar Kur’an’da açıkça Mehdî ve Mehdilikten bahseden herhangi bir ayet yok ise de bir kısım ayet bu doğrultuda yorumlanmış ve birçok rivayetle desteklenerek dinî bir inanç haline dönüşmüştür. Dolayısıyla kadîm din ve inançlarda güçlü bir unsur olarak yer alan kurtarıcı beklentisi, oldukça erken dönemlerden itibaren Müslümanların gündemine de girmiştir. Müslümanlarda olduğu gibi, kurtarıcı inancına sahip olan inanç çevrelerinin tamamına yakınında, beklenen zatın, dinî kimliğinden daha çok siyasî kimliği öne çıkmaktadır. Anılan siyasî misyonun, meşruiyet sorunu yaşamaması için gerekli tedbirler alınmış ve süreç içerisinde dinî içerikle zenginleştirilerek bu sorun bertaraf edilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle ilerleyen süreçlerde, zaman zaman geniş kitleler nezdinde dinî içeriğin, siyasî içerikten daha çok öne çıkarıldığını görmek mümkündür. Yahudilikte beklenen mesihin Yahudi ırkının dünyaya kesin olarak hâkimiyetini sağlama ideali ve Hıristiyanlıkta Hz. Mesih’in gökten indikten sonra Tanrı’nın krallığını kesin bir şekilde kuracağına dair inanç, bu duruma örnek verilebilir. Mehdi beklentisi içerisinde bulunan Müslümanlardaki mehdî anlayışı da buna benzerdir. Gerçekten de bu anlayış ilk ortaya çıktığında “Mehdînin siyasî kimliği mi ön plandaydı yoksa bunun yanı sıra dinî kimliğine de önem atfedilmekte miydi?” şeklindeki sorulara cevap aranması, bahse konu durumun tespitini kolaylaştıracaktır.[21]
Bu konuda özellikle Nâşî el-Ekber, Nevbahtî ve Ebü’l-Hasan el-Eş‘arî’nin benzer yaklaşımları sergilediklerini belirtmek gerekir. Mehdî etrafında anılan iki özellikten birincisi mehdînin dinî olmaktan daha ziyade siyasî bir figür olarak tasavvur edilmiş olmasıdır. Bu nedenle özellikle mehdî olduğu ileri sürülen şahıslar etrafında yapılan tasvirlerin tamamında siyasî iktidarla bağlantılar kurulmuştur. Özlenen iktidarın bazen Abbasilerde olduğu gibi gerçekleştiği bazen de henüz gerçekleşmediği ancak kıyamet kopmadan önce bir gün mutlaka gerçekleşeceğine dair beklentiler canlı tutulmuştur. İkinci özellik ise mehdilik ile Âl-i Beyt başta olmak üzere mazlumların intikamı arasında bağlantıların kurulmuş olmasıdır. Bu beklentilere paralel olarak, beklenen mehdînin zuhurundan sonra icra edeceği faaliyetler literatüre geçmiştir. Bu faaliyetlerden birincisi yeryüzünün tamamına adalet ve hakkaniyetle doldurmak, diğeri ise zalimleri cezalandırmak suretiyle mazlumların hakkını almaktır.
Önceki din ve inanç çevrelerinde yer alan benzer inanç ve anlayışların da etkisiyle, Hz. Peygamber’in neslinden gelmesi düşünülen kurtarıcı beklentisi, gittikçe taraftar bulmuş, geniş kitleler tarafından benimsenmiştir. Zira Mehdilik anlayışının ortaya çıktığı dönemde, Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda, beklenen kurtarıcı inancına sahip birçok dinî unsur bulunmaktaydı. Bunlar arasında, özellikle Şîa’nın mehdilik anlayışının büyük ölçüde etkilendiği Mecusîlik en başta gelir. Yahudîlik, Hıristiyanlık, Maniheizm ve Deysanîlik ise bölgede mensupları bulunan ve kurtarıcı inancına sahip olan din ve inanç çevreleri arasındadır. Mehdîliğin ilk ortaya çıktığı yer olan Kûfe’nin demografik yapısı dikkate alındığında, oldukça heterojen bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Kuzey ve güney Araplarının yanı sıra Fars ve Horasan bölgelerinden de önemli ölçüde nüfusun buraya kaydırıldığı görülmektedir. Dolayısıyla Kûfe’de yaşayan unsurlar, daha önceleri büyük ölçüde anılan dinî gruplara mensuptu. Bunların Müslüman olduktan sonra önceki inançlarını İslamî motif ve figürler içerisinde, çoğu zaman farkına varmadan sürdürmüş olmaları mümkündür. Bu bağlamda sözgelimi Zerdüşt’ün yerine Hz. Peygamber’i, Saoşyant’ın yerine ise Mehdî’yi ikame etmiş olmaları mümkündür. Bu nedenle mehdilik düşüncesi kısa süre içerisinde geniş kitleler tarafından kabul görmüştür.
Kuşkusuz mehdîye dinî içerik atfedilmesini, bu düşüncenin ortaya çıktığı ilk dönemlere kadar götürmek mümkündür. Nitekim Muhammed b. Hanefiyye’nin vefatından hemen sonra onun mehdî olduğunu iddia edenler, onun hakkında şu tasvirleri yapmışlardır: “Muhammed b. el-Hanefiyye ölmemiştir ve diridir. Mekke ile Medine arasında bulunan Radva dağındadır. Sağında aslan solunda kaplan bulunmaktadır ve ortaya çıkıp kıyam edinceye kadar onu koruyacaklardır. O, Âl-i Muhammed’in Kaim’i ve Resûlullah’ın yeryüzünü doğruluk ve adaletle dolduracağını insanlara haber verip müjdelediği Mehdî’dir.”[22] Ancak her ne kadar buna benzer dinî birtakım tasvirler var ise de Muhammed b. Hanefiyye, kardeşi Hz. Hüseyin’in intikamını alması, zulüm ve haksızlıkla dolan dünyayı adalet ve hakkaniyetle doldurması beklenen siyasî bir lider olarak idealize edilmiştir. Benzer bir anlayış Nefsüzzekiyye etrafında da geliştirilmiş ve onun isminin Muhammed, babasının isminin ise Abdullah olması da delil getirilerek, bu anlamda nakledilen rivayette kastedilen zatın, Nefsüzzekiyye olduğunu iddia etmişlerdir. Onlara göre Nefsüzzekiyye, tekrar ortaya çıkacağı zamana kadar Alemiyye dağında yaşamaktadır.[23] Mehdîliğin ilk dönemlerde siyasî işlevinin ön plana çıkması nedeniyle, İmamiyye Şîası on ikinci imamı mehdî ilan edip, onunla sınırlandırıncaya kadar hicri ilk üç yüzyılda, kılıcını çekip adalet ve hakkaniyet iddiasıyla ortaya çıkan herkese mehdî denilmiştir. Abbasilerin ikinci halifesi Ebû Cafer el-Mansur’un oğluna mehdî adını vererek, onu beklenen mehdî olarak ilan etmesi de mehdiliğe o dönemde siyasî içeriği baskın bir işlev yüklendiğini göstermektedir.
Mehdîliğin dinî/itikâdî bir konu olarak anılması, daha çok İmamiyye Şiasının on birinci imamı olan Hasan el-Askerî’nin (ö. 260/874) vefatı sonrasına denk gelmektedir. Kimi tabakat ve fırak müellifleri, onun vefat ettiğinde geride herhangi bir oğlunun olmadığını kaydetseler de onun taraftarları, Muhammed isminde bir oğlunun olduğunu ve Hasan el-Askeri vefat ettiğinde dört veya beş yaşında olduğunu, babasının vefatıyla birlikte gaybete (el-Gaybetü’s-suğrâ) girdiğini iddia etmişlerdir.[24] İşte mehdînin şahsiyeti etrafında birtakım mistik unsurlar eklenerek, dinî ve itikâdî bir mesele olması, bununla birlikte oluşmuş ve Hasan el-Askerî’nin oğlu olarak anılan ve on ikinci imam olarak kabul edilen Muhammed b. Hasan, el-Kâim ve el-Mehdiyyü’l-muntazar olarak kabul edilmiştir. Bu iddiaya göre İmam Mehdî 329/941 yılına kadar sefirleri üzerinden Şiasıyla temas kurmuştur. Ancak bu tarihte son sefirin de ölümüyle birlikte gaybet yeni bir merhaleye girmiş ve büyük gaybet (el-Gaybetü’l-kübrâ) dönemi başlamıştır. O günden bugüne kadar on ikinci imam Şiası İmam Mehdî’nin zuhrunu be Mehdî inancının oluşmasında toplumların, yaşadığı kaos ve maruz kaldığı zulmü engelleyememesi etkin rol oynamıştır. Nitekim çeşitli din ve inançların beklenen kurtarıcı etrafında oluşturdukları anlayış ve düşünceler incelendiğinde, bu inancın, her ne kadar dinî çerçeve içerisinde sunulmakta ise de özü itibariyle tamamına yakınında sosyo-psikolojik ve siyasal etkenlerin belirleyici olduğu görülmektedir. Hal böyle olunca siyaseten başarısız olan ve ezilen kitleler, yaşadıkları bu olumsuzlukların değiştirilmesi ve zalimlerden intikamlarını alarak bozulan toplumsal yapıyı kılıcının gücüyle düzeltecek manevî güç sahibi olan bir kurtarıcı beklentisine girmişlerdir. Bu anlamda çevre kültür ve dinlerden etkilenme ve kadîm kutsal metinlerde Hz. Peygamber’in müjdelenmesine dair verilen mesajların ilhamıyla oluşturulan yeni dinî referanslarla muhayyel bir mehdîlik tasarlanmış ve böylelikle backgroundu toplumsal çürümenin oluşturduğu manevî görünümlü siyasi bir mehdî/ kurtarıcı figürü geliştirilmiştir.
Hz. Peygamber’in vefatından kısa bir süre sonra, onun oluşturduğu adil, hakkaniyetli ve erdemli toplum yapısının bozulmasıyla birlikte, insanlarda tekrar böyle bir dönemi oluşturma arzusu canlanmıştır. Ne yazık ki bu arzu, ilke ve prensipler yerine kadîm din, inanç ve kültürlerin de etkisiyle, karizmatik ve güçlü bir lider odaklı olarak şekillenmiştir. Söz konusu lider, ilk dönemlerde herhangi bir şahıstan daha çok vasıf olarak öne çıkmıştır. Buna bağlı olarak Muhammed b. Hanefiyye, Nefsüzzekiyye veya Mehdi b. Ebu Ca‘fer gibi farklı şahıslar, mehdî olarak görülmüştür. Bu şahısların tamamına yüklenen misyon, adaletin hâkim olduğu bir dünya oluşturmaktır. Bu nedenle beklenen kurtarıcı, özellikle Hz. Peygamber’le akrabalık ilişkisi kurulduğu için dinî birtakım bağlantıları ihsas etse de daha çok siyasi bir şahsiyet olarak tasarlanmıştır. Bozulan siyasi ve ictimaî düzeni kim düzeltip adalet ve hakkaniyeti hâkim kılarsa kurtarıcı mehdî, odur. Ancak ilerleyen süreçte, söz konusu siyasi kimlik dinî anlamları baskın bir hale evrilerek, mehdilik itikâdî bir mesele haline gelmiştir.
Sonuç
Kur’an’da siyaset, bağımsız bir konu olarak ele alınmamaktadır. Zaten sözlü bir metin olan Kur’an’ın herhangi bir konuda sistematik olarak bahsedip yazılı metinlerde olduğu gibi düzenli bir şekilde sonuna kadar üzerinde durması da beklenemez. Şu var ki bir hidayet kitabı olan Kur’an, insan hayatını ilgilendiren her konuda yol gösterdiği gibi, siyasi konularda da temel prensiplere dikkat çekmiş, bu prensiplere bağlı kalmak kaydıyla, işin icra safhasını yine insanın kendisine bırakmıştır. Bu durum, Kur’an’ın evrensel bir metin olması, insanlığın ise siyasi, coğrafi ve medeni gibi koşullara bağlı olarak değişken olmasından kaynaklanmaktadır. Yüce Allah, iman edenleri bu anlamda sıkıntıya sokacak ve uygulaması imkânsız olan hususlar vazederek onları zora koşacak düzenlemelere gitmemiştir. Bununla beraber hangi şartlar altında yaşanırsa yaşansın adalet, hakkaniyet, birlik, dirlik ve paylaşım gibi insan varlığının devam etmesi için vaz geçilemez hususların dikkate alınmasının üzerinde durulmuştur. Kur’an’daki siyasi düzenlemeleri bu çerçevede anlamak, sağlıklı bir tefekküre ulaşmak için son derece önemlidir.
Hz. Peygamber, hayatta iken Kur’an’ın dikkat çektiği ilkeler doğrultusunda Ashabını yönlendirmiş, kendisi de bizzat bu doğrultuda yönetmiştir. Ancak onun vefatından sonra, herkesi eşit derecede bağlayıcı herhangi bir otorite söz konusu olmadığından Sahabe döneminden itibaren ihtilaf ve çatışmalar ortaya çıkmıştır. Özellikle Sahabe arasında ortaya çıkan ilk ihtilaflar dikkate alındığında, bunların tamamına yakının siyasi içerikli olduğu görülmektedir. Özellikle halifenin kim ya da kimlerden olması gerektiğine dair ihtilaflar, ilk ayrışmaları da beraberinde getirdi. Bununla birlikte Sahabe, henüz Hz. Peygamber’in yaşadığı döneme çok yakın olduğundan, ilk başta bu ihtilafları pasif muhalefetle geçiştirerek nispeten suhuletle atlattı. Ancak Sahabe’nin bir kısım ileri gelenlerinin vefat ettiği Hz. Osman döneminin ikinci yarısından itibaren bu ihtilaflar, kitlesel ayrışmalara neden oldu ve devamında Sahabe bile birbirlerine kılıç çekmek durumunda kaldı. Bu süreçte her kesimden Kur’an ve Sünnet’ten deliller arama çabası da baş gösterdi.
Kur’an ayetlerinden kendi lehlerine doğrudan delil bulamayan çevreler ya kendi görüşleri doğrultusunda tevillere başvurdular ya da aksine delilin de olmadığından yararlanarak Hz. Peygamber’in sünnetinden deliller aramaya koyuldular. Bu süreçte önemli ölçüde hadis uydurulduğu gibi, bazı rivayetler de bağlamından koparılarak yorumlandı ve delil olarak ileri sürüldü. Bu durum Şîisiyle, Sünnisiyle, haricisiyle bütün mezhep ve fırkalar için söz konusu olmuştur. Ancak Şîi çevrelerin Hz. Ali ve Ehl-i Beyt etrafında oluşturdukları siyaset teorisi, ilerleyen süreçte Şîî teolojinin en vazgeçilemez unsuru haline geldi. Büyük Gaybet sonrasında, Usûl-i Hamse’den olan imâmet teorisi, on ikinci imam olan Muhammed b. Hasan el-Askeri etrafında mehdîlği besleyerek, onun yaşadığı ve gaybette olduğuna dair inancı perçinlemiş oldu.
Kuşkusuz İslam düşünce tarihinde siyaset teolojisi, sadece Şîa tarafından oluşturulmamış, onlar kadar çarpıcı olmasa bile Haricîler ve Ehl-i Sünnet tarafından da benzer teoriler geliştirilmiştir. Bu teorilerin büyük çoğunlukla içinde yaşanılan kültür ve inançlardan etkilenerek oluşturulduğundan kuşku yoktur. Kur’an’dan yola çıkılarak oluşturulan teorilerden daha ziyade, oluşturulduktan sonra Kur’an’dan delil aranan teoriler olmuştur. Yukarıda genel hatlarıyla değinildiği gibi, Kur’an, imam ya da halifenin kim olacağından daha çok nasıl olması gerektiğine dikkat çeker. Ayrıca Hz. Peygamber’den sonra vahiy kesildiğine göre, insanların tamamı hata da edebilir, isabet de edebilir. Ümmetin insanların vasıflarına bakarak, kendilerini yönetmek üzere sorumluluklar vermesi, en isabetli yöntem olarak benimsenmiştir.
[1] Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
[2] el-Mâide 5/3.
[3] Geniş bilgi için bk. Hızır Murat Köse “Siyaset”, DİA, IX, 294-299.
[4] Nahl 16/90.
[5] Mâide 5/8.
[6] Örnek olarak bk. Nisâ 4/135: “Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun. İster zengin olsunlar ister fakir olsunlar; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp kişisel menfaatlerinize uymayın.”.
[7] Haşr 59/7: “Allah’ın, kentlerden savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir güç(devlet) hâline gelmesin diye”.
[8] Hucurât 49/13.
[9] Rûm 30/22: “Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması, O’nun ayetlerindendir.”.
[10] Bakara 2/256: “Dinde zorlama yoktur. Doğru eğriden açıkça ayrılmıştır.”.
[11] Ali İmran 3/159: “İş konusunda onlarla istişare et /danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a tevekkül et. Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”
[12] Nisâ 4/58: “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.”
[13] Buhâri, “İlim”, 2.
[14] Nisa 4/59.
[15] Ali İmran 3/103.
[16] Haşr 59/14: “Onlar, iyice korunmuş şehirlerde veya duvar arkasında olmaksızın sizinle toplu bir halde savaşmazlar. Kendi aralarındaki çarpışmaları ise pek şiddetlidir. Sen onları birlik sanırsın, oysa kalpleri paramparçadır. Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları dolayısıyla böyledir.”
[17] Haşr 59/14.
[18] Nahl 16/43: “Şayet bilmiyorsanız zikir ehline sorun”.
[19] Âl-i imrân 3/7.
[20] Kureyş 106/1-2: “Kureyş’in güvenliğini, onların kış ve yaz yolculuklarında güvenliğini sağlamak için (Allah lutuflarda bulundu).”
[21] Bu konuda yapılan bir değerlendirme için bk. Mustafa Akman, “Mehdî İnancı Özelinde İlmî Çalışmalar ile Günümüz Toplumunun Geleneksel Anlayışı Arasında Görülen Uyuşmazlıklar, Bunun Yansımaları ve Çözüm Önerileri”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, X/51, (2017), 1210.
[22] Nâşî, Mesâilü’l-İmâme, 26.
[23] Nevbahtî, Fıraku’ş-Şia, 53-54.
[24] Nevbahtî, Fıraku’ş-Şia, s. 90-93; geniş bilgi için bk. Cemil Hakyemez, “Mehdî Düşüncesinin İtikadîleşmesi Üzerine”, Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2004/1 (III/5), s. 127-144.